MEZARLIKTA HAZİNE BULDUM!

Ömer Faruk Yıldız
4 min readJun 14, 2019

--

Bundan birkaç yıl önce Aşiyan’dan geçerken Boğaz’a bağlanan yolun hemen çıkışındaki aynı isimli mezarlığı görüp “Acaba kimler var burada?” diyerek merak etmemle başladı her şey. Kimler yokmuş ki: Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Hilmi Ziya Ülken, Attila İlhan ve daha kimler kimler.

Hayattalarken fikir arkadaşlarıyla bir masa etrafında bulundukları fotoğraflarına baktığımız, ettikleri muhabbete özlem duyduğumuz ve itiraf etmek gerekirse bunu biraz da kıskandığımız herkes oradaydı. Tabii tüm bu sonsuzluk uykusuna dalmış olanlar arasında o gün için bana yabancı olan birkaç kişi daha vardı bu mezarlıkta. Bana yabancılardı, çünkü taşlarında ne yazdığını eski Türkçe olduğu için okuyamıyordum ve haliyle de anlayamıyordum. Her neyse, o günün bende ileriki zamanlarda bir aydınlanmaya sebep olacağını bilmeden mezarlığı terk ederek yoluma devam ettim. Tabii bir merakın tohumlarını da yanıma almıştım: Osmanlıca öğrenmek.

Anadolu şehirlerinin herhangi birinde orta halli bir ailenin üyesiyseniz, en azından, birkaç yaz mahalle camisinde Kuran kursuna gitmişsinizdir. Ben de Anadolu’nun doğusunun en ucunda bir kasabada hayata gözlerini açmış biri olarak bundan beri değildim. İtiraf etmek gerekirse, dışarıda bazı çocukların oradan oraya umarsızca koşuşturduğu yaz tatilinde, bir cami hocasının kaşlarını çatıp size sadece belli zamanlarda duyduğunuz “bazı şeyleri” öğretmeye çalışması pek de cazip gelmiyordu. O zamanlar her ne kadar cazip gelmese de belleğimde o günlerden kalan, Osmanlıca alfabenin çoğunu miras aldığı Arapça alfabeye bu sayede temel olarak bir aşinalığım vardı. Ayrıca dedemin bazen bize geldiğinde ara sıra seslice okuduğu eski kitaplarından kulağımda da o eski kitaplardaki kelimelerin tınısı vardı. İşte hepsi bu kadardı. Ara sıra okuduğumuz kitaplarda bugünün Türkçesiyle yazılmış metinlerdeki eski kelimeleri pekala bu tanıdıklık içinde saymıyorum. En nihayetinde tüm bunlar benim o taşın üzerinden ne olduğunu anlamama elbette yetmiyordu.

Bir şeye dair merak içime düşmeyegörsün, hemen arkasından koşmak gibi bir huyum var. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi henüz karar verebilmiş değilim, ama o gün yine peşine düştüm: Orada ne yazdığını öğrenmeliydim. Teknolojinin nimetlerini sonuna kadar kullanmaya çalışan biri olarak ilk işim Osmanlıca öğreten bir uygulama indirmek oldu. Metroda, metrobüste, boş kaldığım her anda pratik yapmaya çalıştım. Ardından, okunması el yazısı hatlara göre daha kolay olan matbu materyallerdeki metinleri çözmeye çalıştım. Birkaç aylık bir çabalamadan sonra gerisin geriye bir daha Aşiyan’a doğru yol aldım ve taşların karşısına geçtim. Okuyabildiğimi düşüneceksiniz ama malesef ancak kem küm ederek birkaç kelimeyi çıkarabildim. Bu defa fotoğraflarını çekip kayıt altına aldım. Bilen birine danışarak beraber okumaya çalıştık: Yardımı aldığım kişi sayesinde okuduk ve burada medfun bulunan kişilerin Sadullah Paşa diye birisinin ailesi olduğunu öğrendim.

Bahsi geçen Aşiyan’daki mezarlar

“Bu Sadullah Paşa kim ola ki acaba?” diye bir soruyu sorup biraz araştırma yaptıktan sonra ailenin, yazar Münvver Ayaşlı’yı bile içine alan, hikayesi beni resmen mest etti. Neler yoktu ki içinde: Birkaç dil bilen devlet adamları, padişah değiştirmeye tevessül, aşk, entrika, intihar ve daha neler neler. Yukarıdaki resimde sağ başta görülen mezardaki oğlunun da, babasını aratmayan hikayesi ise bizatihi merak ateşime bir bidon benzin dökmüştü. Sonra şöyle bir aklımdan geçirdim: Acaba İstanbul’da böyle kaç tane mezarın, çeşmenin veya başka bir yapının yanından kaygısızca geçmiştim? Kim bilir ne hikayeler kaçırdım günlük kısır döngümün birbirini takip eden izini sürerken.

Artık ben, eski ben olamazdım. Hemen ilk işim, bu yazıyı daha iyi nasıl öğrenebilirim diye araştırma yapmak oldu. Tam da o esnada Bilim Sanat Vakfı’nda(BİSAV) Mezartaşları Kaligrafisi diye bir seminer programı olduğunu öğrendim. Katıldığım dört haftalık bu programda şunu anladım ki o kadar yıkıcı etkilere uğramasına rağmen karşımızda bir hazine varmış. Üstlerindeki sembollerden, motiflerden, hatlardan tutun da içeriklerine, sanatlarına varana kadar bir umman. Bense bu ummanda daha paçama bir damla ancak değdirmiştim. Bir şeyleri yakaladığımı sandığım anda yolculuğun daha yeni başladığının farkına vardım.

Çıktığım yolculukta bugüne kadar İstanbul’daki bütün tarihi mezarlıkları gezdim, her gördüğüm caminin haziresindeki taşlara bakmaya çalıştım, her gördüğüm çeşmenin kitabesini o anda okuyamasam bile fotoğrafını çekip sonradan okumayı denedim. Bu sayede binlerce fotoğraf çektim, eskiden başım önde geçip gittiğim yerlerde artık radarı devamlı çalışan bir araç gibi etrafımda döne döne yol almaya çalıştım.

Bulduğum hazinenin yolculuğu (içinde köpekler ve kediler tarafından kovalanmaktan tutun, düşüp bir yerlerimi kırma tehlikesi atlatmaya kadar onlarca şey olsa da) işte kabaca böyle bir şey.

Bu hazineden payıma ne düştü peki? Osmanlıcayı her gün biraz daha iyi kavramaya başladım, ağzı açıkta bırakacak onlarca hikaye topladım, tarihin büyük öğretilerine rağmen sıradan insanın anlatılmamış hikayesinin önemini kavradım. Belki bazılarına tuhaf gelebilir ama nedense Roma’yı daha iyi öğrenmek gerektiğini kavramaya başladım. Kolayca kesin yargılar vermemek gerektiğini, dünyada mühim olanın hoş bir sada bırakmak olduğunu, sanatın sizden sonra kalan tek şey olduğunu, eskinin çeşitliliğini, yeninin tekdüzeliğini, daha az konuşup daha çok anlamaya çalışıp dinlemeyi, daha az tartışıp daha çok okuyup öğrenmeyi ve daha onlarca beni ben etmekte olan şeyi öğrendim.

--

--

No responses yet