BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

Ömer Faruk Yıldız
3 min readJan 21, 2020

--

Çok değil, elli-altmış yıl önce hakkında "50 milyon lirası olan bu şehri alabilir!" diye gazete manşetleri atılan, varlığı sadece akşam haberlerden sonra devlet televizyonunda ya da radyosunda hava durumu sunulurken üç günlük durumundan bahsedildiğinde hatırlanan, geleceği üç günden fazla öngörülemediği için bu kadarıyla yetinilen bir şehri Orhan Pamuk, Kar romanı ile dünyanın önüne koymuştu.

Kısa bir süre sonra dünya yine o şehri unutup Pamuk’un kitabını edebi olarak değil, siyasi olarak tartışadururken (bu unutulma oradaki insanlar için çok da şaşırtıcı değildi), öğretmenlerin resmi tarih övdükleri, ihbar edilme korkusuyla müfredattan çıkmaktan çekinip bir kayıttan konuşur gibi konuştukları dersler esnasında öğrenciler arka sıralarda gizli gizli onun Kar romanını okuyup "Acaba bizden birinden ya da her gün gidip gelirken geçtiğimiz caddelerden bahsetmiş midir?" diye merak ediyordu.

Akşamları yurtlarda içinde ne olduğu belli olmayan yemekleri yemektense, uzun akşamları evlerinden getirdikleri peynir-ekmek gibi şeylerle geçiren, çoğu köylerden okumak için gelmiş öğrenciler aralarında ortaklaşa aldıkları, elden ele dolaştığı için cildi yıpranmış tek nüsha Kar'ı lezzetsiz yemeğe nispet yaparcasına iştahlı iştahlı okuyorlardı. İştahı çok kabaranlardan birinin Pamuk'a romanda Millet Tiyatrosu'nda vurulan çocuklardan biri olarak ilham verdiği söylense de bunun gerçek olamayacağını hepsi biliyordu ama kimse de o gizemi bozmak istemiyordu.

Bazı milliyetçi müşterileri her ne kadar gördüklerinde homurdansa da berberler bile dükkana her gün aldıkları bol kadın fotoğrafı olan günlük gazetelerin ve adı spor, özü futbol olan gazetelerin altına Kar’ı da iliştiriyordu artık. Müşteriler hem kendilerinden bir şey görmek umuduyla meraklı meraklı karıştırıyorlardı hem de, olur ya, gelip de ancak birkaç yıl geçireceği bu şehrin ünlü bir romanın ana mekânı olmasının orada yaşayanlar için ne anlama geldiğini anlayamayacağı bilinen bir resmî görevliye ayıp olmasın diye yakalanmamak için göz ucuyla arada sırada berberin açılan kapısını yokluyorlardı.

Kapı aralanırken içeri giren soğukla birlikte, acı gerçekleri unutmaya çalışmanın vesilesi olan kar taneleri de dükkanın ziftlenmiş kara zeminine düşüyordu. Tereddüte düştüklerinde el çabukluğuyla gerisin geriye gazetelerin altına yollanıyordu kitap.

Şehirde bu ve benzeri tüm şeyler olup biterken çay ocağının çırağı Mücahit'in dükkan dükkan gezip boşları toplarken canı sıkılmasın diye belindeki kemere iliştirdiği pili bitmeye yakın radyonun hoparlöründen bir azalan bir yükselen ses önümüzdeki üç günün de kar yağışlı geçeceğini söylüyordu.

Yıllar geçti, Pamuk nobel aldı, Kars yine unutuldu ama Kars'taki çoğunluk biraz sevindi içten içe. Bir zaman sonra romanı hevesle okuyan çocuklardan bazısı asker oldu bazısı polis, bazı çocuklar (kimine göre kandırıldığı için kimine göre bir hayale inandıkları için) dağın yolunu tuttu, bazısı babasını takip edip esnaf oldu, bazı kızların hiç şansı olmadığı için evlendiler, bazı kızlardan romana kandıktan sonra haber alınamadı, bazıları "Bu şehrin çocukları zekidir aslında." sözünü haksız çıkarmamanın baskısı altında okulun yolunu tutmaya devam edip başka şehirlere gitti.

Bu başka şehre giden çocuklardan birinin yolu ise yine Pamuk’la kesişmisti; İstanbul’a gelmişti. Bazı şehirler yazarlarıyla o kadar özdeşleşir ki artık birbirlerinin yerine geçerler. Dostoyevski’nin Petersburgu, Joyce’un Dublini, Hugo’nun Parisi, Dickens’in Londrası falan deriz ya hani, işte bunlardan hangisinin hangisine ait olduğunu da tam kestiremeyiz ama. İstanbul’u tek başına bir kişiye ait kılmak zor ama en azından son yarım asırdır Orhan Pamuk ile birbirlerine aitler. Bu yüzden Pamuk’la rastlaşması çok da uzun sürmedi.

İstanbul’a gelen bu arkadaş zamanla İstanbul’un bulanık sularından açılmaya başlayınca, Pamuk’un İstanbulu’nda dolaşmaya başladı. Başladı, çünkü elinde, bir gün ders arasında çıkıp Yıldız yokuşunun bittiği yerdeki kitapçıdan satın aldığı Kara Kitap, anlamsız yazılarla beyaz tahtayı dolduran profesörün o günkü dersini kırıp gittiği, ılık ilkbahar gününün yumuşak sıcaklığı ile Boğaz’ın getirdiği serin ilkbahar rüzgarlarının doldurduğu üniversitenin konferans salonunda üç sıra öteden tam da yazarın gözlerinin içine bakıyordu.

Sonra gel zaman git zaman çok şeyler yaşanmış, olmaz denilen şeyler olmuş, olur denilen şeylerden umut kesilmiş. Babalar işten dönmüş, anneler bebeklerini emzirmiş, Galatasaray yine Fatih Terim’le anlaşmış, mecliste yine kavga çıkmış, Youtube’da köydeki düğünlere bakılmış, Instagram’dan eski arkadaşın fotoğrafı beğenilmiş ama kıskanılmış falan derken zaman herkes için biraz geçmiş.

Ne okunan bölüm, ne bulunulan çevre, ne de diğer şeyler bugün tekrar denk geldiği yazarın söyleşisinde "Sanatçı küçücük odasından dünyaya bakabilmeyi becerebilen kişidir, ben yalnız kalıp odamdan dünyaya bakabilmeyi, oradan yazabilmeyi seçtim." dediği odadan bakmayı öğretebilmiştir ona. Diğerleri iyi ki de öğretememişler, o da iyi ki öğrenmemiş, öğrenmek istememiş. Kim miydi bu kişi? Rivayete göre Pamuk’a Kar romanında ilham veren...

--

--

No responses yet