Ahlat Ağacı: Bizim Buraların Hikayesi
Filmi sinemada ilk izlediğimizde bizi içine çeken hikayesiyle hayli güzel bir lezzet bırakmıştı damağımızda Ahlat Ağacı. Böylesi lezzetleri ifade edebilmek için ayrıntılarına hakim olmak gerekir. Bir seyirci olarak bunu sinema salonunda yakalamak zor olduğu için filmin Blu-Rayinin yakın zamanda çıkması, üstüne bir şeyler söyleme fırsatını kolaylaştırdı.
Gösterime girmeye hazırlandığında her zamanki gibi kendi gerçeğimizden kaçarak Cannes’daki galasıyla anar olduk Ahlat’ı. Erkek oyuncular, kırmızı halıda poz verilirken kadın oyuncuların önünü mü kapattı diyerek buradan bir feminizm hikayesi çıkaranları mı ararsınız, film gösterimi sonrası Nuri Bilge Ceylan ve ekibinin uzun süre ayakta alkışlanmasını cumhuriyetin değerlerine bağlayan mı ararsınız. İnsanı artık pek de hayrete düşürmeyen odak noktası kaçmış onlarca şey... Öte taraftan iyi niyetli olanlar da bu filme bir klişeyle karşılık verdi: Roman gibi film. Her ne kadar iyi niyetli bir benzetme olsa da böyle bir şey olması zor esasında; sinemanın diliyle romanın dili arasında dağlar kadar fark var bir kere. Bu yakıştırmayı yönetmenin kendisi de kabul etmiyor zaten. Ama 19.yüzyıl Rusyası’nın çok bildiğimiz yazarlarına bir kamera verip Türkiye’ye getirsek, sonra da desek ki "Bize kendimizi bu aparatla anlatmaya çalışın.", sanırım temel olarak Ahlat Ağacı’na benzer bir şey verirlerdi bize. Zaten diyaloglarda onlardan alıntılara da rastlamıyor değiliz. (Filmin sonunda alıntı sahiplerini ve kaynakları görebilirsiniz.)
Sıradan bir izleyici olarak eleştirilebilecek noktalarını sinemada izlerken pek fazla fark edemesek de sonradan bir daha bakınca bazı şeylerin eleştirilebileceği ortaya çıkmıyor değil ama böyle yapımların çok fazla olmadığı bir iklimde bunu birinci planda tutmak doğru değil. İşin teknik kısmını zaten bu işlerden anlayanlar bir şekilde dile getirdiler/getirecekler.
Nuri Bilge Ceylan’ın tâ ilk filminden beri taşranın ölü ve öldürücü dinginliği, şehrin taşradan gelene insafsız ve saldırgan davranması ve tüm bu döngüye direnenlerin yalnız kalması temaları etrafında başta Çehov’dan esinlenerek kurguladığı filmlerinin son halkası, bu defa Türkiye gerçekliğiyle daha yakından ve farklı bir hikayeyle (biraz da politik olarak) birleştirilince ortaya güzel bir iş çıkıyor.
Çehov’un Vişne Bahçesi adlı eserinde (aslında başroldeki karakter Sinan’ın hissettiğine benzer duygular içinde olan) Andrey’den alıntıyla son verelim yazıya: '’Moskova’da bir restoranın muazzam büyüklükteki salonunda oturursun, kimse tanımaz seni ve sen kimseyi tanımazsın, ama yine de yabancı hissetmezsin kendini. Burada ise herkesi tanırsın, herkes seni tanır; yine de yabancısındır, yabancı... Yabancı ve yalnız...’'
Emeği geçenlere saygılarla.